Hz. İsa'nın Yolculuk Arkadaşı İsa Aleyhisselam, bir gün insanların hak ve hakikate çağırmak için uzun bir yola çıktı. Yolda ilerlerken bir adamla karşılaştı. Adem, Hz. İsa'ya,
– Ben de senin gittiğin yere gidiyorum. Sana arkadaş olabilir miyim? Bu yol tek başına çekilmez, dedi. Hz. İsa, adamın teklifini kabul etti ve beraberce çıkmadan gözetledi.
Bir nehir kenarına varmışlardı. İki yolcu da yorulmuş ve karınları açıktı. Hz. İsa'nın yanında üç çörek vardı. Birini, kendisini, diğerini de yol arkadaşı yedi. Hz. İsa, susamıştı. Su içmek için hemen yanı başındaki nehre gitti ve Ordan su içti. Geriye ligde üçüncü çöreğin olmadığını gördü. Arkadaşına,.
(DE'VAMI ILK Y'OR'U'MDA)
Hz. İsa bir gün insanları hak ve hakikate çağırmak için uzun bir yola çıkmıştı. Yolda ilerlerken bir adamla karşılaştı. Adam, Hz. İsa’ya, – Ben de senin gittiğin yere gidiyorum. Sana arkadaş olabilir miyim? Bu yol tek başına çekilmez, dedi. Hz. İsa, adamın teklifini kabul etti ve beraberce yürümeye başladılar. Bir nehir kenarına varmışlardı. İki yolcu da yorulmuş ve karınları acıkmıştı. Hz. İsa’nın yanında üç çörek vardı. Birisini, kendisi, diğerini de yol arkadaşı yedi. Hz. İsa, susamıştı. Su içmek için hemen yanı başındaki nehre git- ti ve oradan su içti. Geriye döndüğünde üçüncü çöreğin olmadığını gördü. Arkadaşına, – Burada bir çörek olacaktı. Herhâlde sen yedin. Afiyet olsun, dedi. Arkadaşı çöreği kendisinin yediğini inkar edip şöyle dedi: – Hayır ben yemedim. Kimin yediğini bilmiyorum. Bir ara arkamı dönmüştüm
dönmüştüm. Herhâlde bir hayvan alıp götürdü. Yol arkadaşının böyle bir yalana başvurması Hz. İsa’nın hiç hoşuna gitmemişti. Çöreğin yenmesi hiç önemli değildi. Önemli olan yalan söylenmesiydi. Yemekten sonra iki arkadaş birlikte yola koyuldular. Yolda iki yavrulu bir geyik gördüler. Hz. İsa yavrulardan birini çağırdı. Geyik yavrusu yanlarına gelince Hz. İsa onu kesti. Etinin bir kısmını kızartarak yediler. Yemekten sonra Hz. İsa geyik yavrusunun kalıntılarına, – Allah’ın izniyle canlanıp kalk, dedi. Geyik yavrusu derhâl canlanıp kalkarak oradan uzaklaşıverdi. Bu olay üzerine Hz. İsa yoldaşına, – Sana az önceki mucizeyi gösteren Allah için soruyo- rum. Çöreği sen mi yedin. Doğru söyle, dedi. Adam yine, – Bilmiyorum, dedim ya. Yeseydim
Yeseydim söylerdim, diye ce- vap verdi. Bir müddet sonra bir nehrin yanına vardılar. Hz. İsa adamın elinden tuttu. Su üstünde yürüyerek karşıya geçti- ler. Nehri aşınca adama şöyle bir soru sordu: – Az önceki mucizeyi sana gösteren Allah hakkı için sana soruyorum. Çöreği sen mi yedin? Adamın cevabı değişmemişti. Bir müddet sonra bir çöle vardılar ve uygun bir yere oturdular. Hz. İsa bir yere kum ve toprak yığdı. Meydana gelen yığına, – Allah’ın izni ile altın ol, dedi. Yığın da altın oluverdi. Hz. İsâ yığını üçe bölerek adama şöyle dedi: – Üçte biri benim, üçte biri senin olsun. Diğer üçte birini ise çöreği alana vereceğim. Bu sözü duyan adam, – Çöreği alan bendim, diyerek gerçeği itiraf etti. Bunun üzerine Hz. İsa,… DEVAMI İÇİİN GÖR'SELE DOKU/UNUNUZ,..
Bunun üzerine Hz. İsa, – Al bunları. Altınların hepsi senin olsun. Senin gibi bir adamla ben daha fazla arkadaşlık yapamam, diyerek onunla arkadaşlığını sona erdirdi ve oradan uzaklaştı. Adamın der- di zaten altınlardı. Onun canına minnetti. Altınları hemen bir çuvalın içine doldurmaya başladı. Bu sırada yanına iki kişi geldi. Adamın yanındaki altınları görmüşlerdi. Niyetleri iyi değildi. Hemen kılıçlarını çekip adamı öldürmek istedi- ler. Adam şöyle bir teklifte bulundu: – Dünya malı için kan dökmeye ne gerek var. Gelin, altınları üçe bölelim. Bu altınlar hepimize fazlasıyla yeter de artar bile. İki arkadaş, adamın bu samimi gibi görünen teklifini ka- bul ettiler. Karınları acıkmıştı. İki arkadaştan birisi yiyecek bir şeyler almak için şehre gitti. Dönüşte aklına şöyle bir şey gelmişti: – Altınları niye onlarla bölüşeyim ki! Aldığım şu yiye- cekler içine zehir atayım. Onlar bu yemekleri yiyip ölsün- ler.
Altınlar da bana kalsın. Bu sırada altınların yanında kalan Hz. İsa’nın yol arkadaşı ile diğer adam kendi aralarında şöyle bir karar vermişlerdi: – Altınların üçte birini niye ona verelim ki! Döndüğünde onu öldürelim. Altınları ikimiz paylaşırız. Adam döndüğünde hemen oracıkta onu öldürdüler. Zehirli yemeği de afiyetle yediler. Tabii aradan çok geç- meden onlar da zehirlenerek öldüler. Böylece altınlar üç ölünün yanı başında sahipsiz kaldı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Hz. İsa dönüş yo- lunda altınların yanında bu üç adamın cesedine rastladı ve şöyle dedi: – İşte dünya budur. Onun, insanı Allah’tan uzaklaştıracak şerrinden sakınmak gerekir. Kıssadan Hisse 1. Hakkı temsil eden insanlar, ister sosyal hayatlarında ister şahsî yaşantılarında katiyen yalana yer vermeme- lidirler. Böyle bir davranış, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında bir kere olsun yalan söylememiş ve her zaman çevresine güven telkin etmiştir. Nebiler Serveri hep doğru yaşamış ve doğruluğu tavsiye etmiştir. Bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi iyiliğe, o da sizi cennete ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa, Allah katında sıddîklardan yazılır. Yalandan sakının; yalan insanı fücûra (günaha), o da cehenneme götü- rür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.” 2. Mümin, ahireti burada kazanır ve kulluk adına yapılması gereken her şeyin yeri dünya hayatıdır. Hayat ölümle noktalandıktan sonra, kulluk adına yapılacak hiçbir şey kalmamış demektir. Aynı zamanda dünya, bin bir te- cellisiyle nazarlarımıza arz edilen Esma-i İlahinin, çok yönlü temâşâ yeridir. Biz, onların fısıldadıklarıyla O’nu daha bir derin duyuyor ve mânânın atmosferine girebilmenin huzurunu iliklerimize kadar hissetmeye çalışıyoruz. Mümin, her şeye olması gerektiği kadar kıymet ve değer verip, hareket tarzını, Rabbisinin o noktadaki değerlendirmesi nispetinde ayarlaması, ona ayrı bir değer kazandırmaktadır
. Bu noktada müminin dikkat etmesi ge- reken husus da, dünya ile ahiret dengesini koruyabilmek ve dünyaya dünya, ahirete de ahiret kadar ehemmiyet verme hassasiyetini göstermektir Belli şeyleri elde etmede dünyanın bir vasıta ve vesileliği vardır ve mümin, onu kullanmak suretiyle, bir taraftan dünyayı imar ederken diğer taraftan da ahireti adına cid- dî yatırımlar yapmalıdır. Zira dünyanın bir hakikatı vardır ve o, mutlaka değerlendirilmelidir. Ancak esas hakkı ve- rilmesi gereken ve insandan beklenen, ruh ve kalbinin hakkını vererek her ikisi arasındaki dengeyi kurabilmesidir. Bu noktada Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla insan, ne dünya hayatından kazandığına mesrûr, ne de kaybettiğiyle mü- kedder olmalı, onu kesben değil, kalben terk etmeye muvaffak olmalıdır. 3. İnsan, çok garip bir varlıktır. Bir misafir olarak gönderildiği dünyada, sanki devamlı şekilde kalacakmış gibi hareket etmektedir. Dört elle sarılıp bir an önce dünyasını mamur edebilmek, günümüzdeki argo ifadesiyle köşeyi dönebilmek için var gücüyle çalışıp çabalamaktadır. Hatta bunun için çoğu zaman
İnsanın bu hâli, “İnsan (karakteri gereği) aceleden (acele hareket etme duygusuyla) yaratılmıştır.” (Enbiya, 21/37) âyet-i kerimesini ne de güzel doğruluyor. Efendimiz’in şu hadisi insanın bu özelliğine ne güzel parmak basar: “Eğer âdemoğlunun iki vadi altını olsaydı, muhakkak üçüncüsünü isterdi. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur.” Bu sözler, “İnsan çalışmasın, miskin miskin otursun” mânâsında anlaşılmamalıdır elbette. Ancak, fani olan bu dünyasını mamur etmek için acelecilik gösteren ve bu konuda gösterilmesi gerekli olan cehd ve gayretten asla taviz vermeyen insanoğlu, asıl gideceği yer olan ahiret yurdu için de aynı gayreti göstermeli değil midir?