Bir akşam, güneş ufukta batarken odalarını altın rengine boyadığında, Elif sessizce babasına dedi ki:
“Baba… bana doğum günüm için bir köpek alacağını söylemiştin. Hatırlıyor musun? Onunla oynamak istiyorum… Yetişebilecek miyim?”
Levent’in yüreği parçalandı. Minik elini sıktı, ışık dolu gözlerine baktı ve fısıldadı:
“Tabii ki, canım. Tabii ki alacağız. Ve mutlaka onunla oynayacaksın. Söz veriyorum.”
Gülşah bütün gece ağladı. Levent pencerenin önünde durdu, karanlığa baktı ve boşluğa fısıldadı:
“Niye onu alıyorsun? O kadar iyi, o kadar güzel bir kız… Beni al! Onun yerine beni al! Bu dünyanın bana ihtiyacı yok, ama ona herkesin ihtiyacı var!”
Ertesi sabah, Elif’in odasına sessizce girdi, kucağında minik bir köpek yavrusu vardı – altın rengi bir golden retriever, sevgi dolu gözleriyle. Birden yavru kurtuldu, halının üzerinde şimşek gibi koştu ve yatağa atladı. Elif gözlerini açtı – ve uzun zamandır ilk kez kahkaha attı.
“Baba! Ne kadar güzel!” diye bağırdı, köpeği kucaklayarak. “Ona Aslan diyeceğim!”
O günden sonra ayrılmadılar. Aslan onun gölgesi, koruyucusu, kelimelerin yetmediği zamanlarda sesi oldu. Doktorlar altı ay ömür biçmişti. Sekiz ay yaşadı. Belki de Aslan’a duyduğu sevgi ona güç verdi. Ya da bu, yaşamaya devam edecek bir armağandı.
Elif artık kalkamadığı zamanlarda, sessizce Aslan’la konuşuyordu:
“Yakında gideceğim Aslan. Sonsuza kadar. Belki beni unutacaksın… Ama hatırlamanı istiyorum. Al, yüzüğümü sana veriyorum.”
Parmağındaki minik altın yüzüğü çıkardı ve dikkatlice Aslan’ın tasmasına taktı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
“Şimdi kesinlikle beni hatırlayacaksın. Söz ver.”
Birkaç gün sonra Elif gitti. Sessizce, anne babasının kollarında, Aslan yanında uyuyarak… Gülşah acıdan aklını kaybetti. Levent kendine yabancılaştı. Aslan ise yemek yemeyi reddetti, yatağın üzerinde oturup boşluğa bakarak bekledi. Bir hafta sonra kayboldu. Levent ve Gülşah onu her yerde aradı: parklarda, sokaklarda, bodrumlarda. Suçluluk duyuyorlardı – çünkü bu sadece bir