Bir öğretmen tuttular – Ayşe Hanım, sıcak elleri ve bilge yüreği olan bir kadın. İki hafta sonra endişe verici bir belirti fark etti: Her yarım saatlik dersin ardından Elif’in şiddetli baş ağrıları başlıyordu. Kız, şakaklarını sıkıyor, solgunlaşıyor ama inatla devam etmek istiyordu. “Öğrenmek istiyorum,” diyordu. “Zamanım yetmeyecek.” Ayşe Hanım, sessiz kalamayarak, yumuşak ama kararlı bir şekilde aileye doktora gitmelerini söyledi:
“Bu sadece yorgunluk olmayabilir. Kontrol ettirmelisiniz. Ciddi. Çok ciddi.”
Gülşah, bir annenin sezgisiyle, bir şeylerin ters gittiğini anladı. Aynı gün kızını muayeneye yazdırdı. Ertesi sabah, tüm aile – baba, anne ve bahar çiçeği kadar narin Elif – hastaneye gitti. Levent, kendine güvenen bir iş adamı olarak, “Büyüme çağındaki çocuklarda olur, geçer,” diye düşünüyordu. Kızının hasta olabileceği fikrini kabul edemiyordu. Elif bir mucizeydi – 37 yaşında, artık çocukları olmayacağını düşündükleri bir zamanda doğmuştu. Her sabah, “Sana şükürler olsun,” diye fısıldıyorlardı. Şimdi ise Tanrı, sanki onu geri alıyordu.
Üç saat – bir ömür kadar uzun – hastanede geçirdiler. Doktorun soğukluğu kış rüzgarı gibiydi. Ertesi gün, Elif’i bakıcıya bırakarak sonuçları almaya gittiler. Sessizlik ve ağır bir bakışla karşılaştılar.
“Çocuğunuzda beyin tümörü var,” dedi doktor. “Prognoz… ümit verici değil.”
Gülşah sendeledi. Levent’in yüzü taş kesildi. Sanki bir sis perdesinin ardındaydı, inanmak istemiyordu. Bu bir hata olmalıydı. Evrenin bir yanılgısı. Başka hastanelere koştular, üçüncü, dördüncü… Hep aynı cevap. Aynı hüküm.
Savaş başladı. Her gün, her nefes için bir savaş. Levent ve Gülşah işlerini, evlerini, arabalarını sattılar. Amerika’ya, Almanya’ya, İsrail’e uçtular. Deneysel tedaviler, en iyi klinikler, umutlar için para ödediler. Ama tıp çaresiz kaldı. Elif gün geçtikçe soluyordu. Yavaş ama acımasızca. Yine de… gülümseyerek.