Beş yıl önce Levent Bey’in dünyası yıkıldı – sonra küllerinden daha parlak bir şekilde yeniden doğdu. O zamanlar altı yaşındaki kızı Elif, insan suretindeki bir melekti, ama gücü giderek azalıyordu. Yüzündeki o gülümseme, en karanlık odaları bile aydınlatan gülümseme, gittikçe soluyordu. Doktorlar önce temkinli, sonra buz gibi soğuk bir şekilde hükmünü verdi: Tedavisi olmayan bir hastalık. Beyin tümörü. Telaffuz ederken içinin titrememesi mümkün olmayan bir kelime. Ama Elif için bu bir son değildi – bu, bir kraliçeye yakışır bir şekilde karşı koyduğu bir meydan okumaydı.

Levent ve Gülşah, henüz kalplerinin kırılabileceğini bile fark etmeden paramparça olmuş iki insan, kızlarına normal bir hayat şansı vermek için ellerinden geleni yaptılar. Elif’in okula gitmesini, harfleri öğrenmesini, sayı saymasını, uyumadan önce bir masal okumasını hayal ettiler. Birçokları için sıradan olan şey, onlar için bir kahramanlıktı.devamı yorumda
Bir öğretmen tuttular – Ayşe Hanım, sıcak elleri ve bilge yüreği olan bir kadın. İki hafta sonra endişe verici bir belirti fark etti: Her yarım saatlik dersin ardından Elif’in şiddetli baş ağrıları başlıyordu. Kız, şakaklarını sıkıyor, solgunlaşıyor ama inatla devam etmek istiyordu. “Öğrenmek istiyorum,” diyordu. “Zamanım yetmeyecek.” Ayşe Hanım, sessiz kalamayarak, yumuşak ama kararlı bir şekilde aileye doktora gitmelerini söyledi:

“Bu sadece yorgunluk olmayabilir. Kontrol ettirmelisiniz. Ciddi. Çok ciddi.”

Gülşah, bir annenin sezgisiyle, bir şeylerin ters gittiğini anladı. Aynı gün kızını muayeneye yazdırdı. Ertesi sabah, tüm aile – baba, anne ve bahar çiçeği kadar narin Elif – hastaneye gitti. Levent, kendine güvenen bir iş adamı olarak, “Büyüme çağındaki çocuklarda olur, geçer,” diye düşünüyordu. Kızının hasta olabileceği fikrini kabul edemiyordu. Elif bir mucizeydi – 37 yaşında, artık çocukları olmayacağını düşündükleri bir zamanda doğmuştu. Her sabah, “Sana şükürler olsun,” diye fısıldıyorlardı. Şimdi ise Tanrı, sanki onu geri alıyordu.

Üç saat – bir ömür kadar uzun – hastanede geçirdiler. Doktorun soğukluğu kış rüzgarı gibiydi. Ertesi gün, Elif’i bakıcıya bırakarak sonuçları almaya gittiler. Sessizlik ve ağır bir bakışla karşılaştılar.

“Çocuğunuzda beyin tümörü var,” dedi doktor. “Prognoz… ümit verici değil.”

Gülşah sendeledi. Levent’in yüzü taş kesildi. Sanki bir sis perdesinin ardındaydı, inanmak istemiyordu. Bu bir hata olmalıydı. Evrenin bir yanılgısı. Başka hastanelere koştular, üçüncü, dördüncü… Hep aynı cevap. Aynı hüküm.

Savaş başladı. Her gün, her nefes için bir savaş. Levent ve Gülşah işlerini, evlerini, arabalarını sattılar. Amerika’ya, Almanya’ya, İsrail’e uçtular. Deneysel tedaviler, en iyi klinikler, umutlar için para ödediler. Ama tıp çaresiz kaldı. Elif gün geçtikçe soluyordu. Yavaş ama acımasızca. Yine de… gülümseyerek.
Bir akşam, güneş ufukta batarken odalarını altın rengine boyadığında, Elif sessizce babasına dedi ki:

“Baba… bana doğum günüm için bir köpek alacağını söylemiştin. Hatırlıyor musun? Onunla oynamak istiyorum… Yetişebilecek miyim?”

Levent’in yüreği parçalandı. Minik elini sıktı, ışık dolu gözlerine baktı ve fısıldadı:

“Tabii ki, canım. Tabii ki alacağız. Ve mutlaka onunla oynayacaksın. Söz veriyorum.”

Gülşah bütün gece ağladı. Levent pencerenin önünde durdu, karanlığa baktı ve boşluğa fısıldadı:

“Niye onu alıyorsun? O kadar iyi, o kadar güzel bir kız… Beni al! Onun yerine beni al! Bu dünyanın bana ihtiyacı yok, ama ona herkesin ihtiyacı var!”

Ertesi sabah, Elif’in odasına sessizce girdi, kucağında minik bir köpek yavrusu vardı – altın rengi bir golden retriever, sevgi dolu gözleriyle. Birden yavru kurtuldu, halının üzerinde şimşek gibi koştu ve yatağa atladı. Elif gözlerini açtı – ve uzun zamandır ilk kez kahkaha attı.

“Baba! Ne kadar güzel!” diye bağırdı, köpeği kucaklayarak. “Ona Aslan diyeceğim!”

O günden sonra ayrılmadılar. Aslan onun gölgesi, koruyucusu, kelimelerin yetmediği zamanlarda sesi oldu. Doktorlar altı ay ömür biçmişti. Sekiz ay yaşadı. Belki de Aslan’a duyduğu sevgi ona güç verdi. Ya da bu, yaşamaya devam edecek bir armağandı.


Elif artık kalkamadığı zamanlarda, sessizce Aslan’la konuşuyordu:

“Yakında gideceğim Aslan. Sonsuza kadar. Belki beni unutacaksın… Ama hatırlamanı istiyorum. Al, yüzüğümü sana veriyorum.”

Parmağındaki minik altın yüzüğü çıkardı ve dikkatlice Aslan’ın tasmasına taktı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.

“Şimdi kesinlikle beni hatırlayacaksın. Söz ver.”

Birkaç gün sonra Elif gitti. Sessizce, anne babasının kollarında, Aslan yanında uyuyarak… Gülşah acıdan aklını kaybetti. Levent kendine yabancılaştı. Aslan ise yemek yemeyi reddetti, yatağın üzerinde oturup boşluğa bakarak bekledi. Bir hafta sonra kayboldu. Levent ve Gülşah onu her yerde aradı: parklarda, sokaklarda, bodrumlarda. Suçluluk duyuyorlardı – çünkü bu sadece bir

Bunlar da İlginizi Çekebilir