Kutunun içinden, ilk olarak ince uzun, sararmış bir zarf çıktı.
Üzerinde eski bir tarih: 1987
Altında ise titrek bir yazıyla:
> “Kızımı bulursan, ne olur bana haber ver…”
Zarfın içinden çıkan mektubu okudukça, ellerim titredi.
> “Fevzi kardeşim,
Kızım kayıp.
Daha bir yaşındaydı, karım hastanede öldü, ben askerdeydim.
Evlatlık verilmiş bir yere.
Yıllarca izini sürdüm ama bulamadım.
Adı Elif’ti.
Sol kulağında minicik bir ben vardı.
Eğer bir gün rast gelirsen… ne olur bana haber ver.
Ben dayanamıyorum artık…”
Altında isim:
Hasan Yıldırım
Zarfın arkasına Fevzi Bey’in kendi notu düşülmüş:
> “Yedi yıl önce… Elif’in kulağındaki beni gördüğümde şüphelendim.
Nüfus kayıtlarını araştırdım.
Annesinin ölüm tarihi, Hasan’ın mektubundakiyle aynıydı.
Yetimhanedeki kayıt: ‘Kız çocuk, adı Elif, bırakılış: 1986’
Benim gelinim… Hasan’ın kayıp kızıydı.
Ama Elif mutlu görünüyordu.
Bunu bozmak bana düşmezdi…
Ta ki ölene dek… içimde taşıdım bu sırrı.”
Nefesim kesildi.
Ayağa kalktım… aynaya baktım.
Sol kulağımı kaldırdım.
Evet…
Minicik, yuvarlak bir ben.
O an, içimde bir şey koptu.
Ben kimdim?
Bu evde gelin miydim… yoksa bir babanın yitik emaneti mi?
Kutunun dibinde eski bir fotoğraf vardı.
Genç Fevzi Bey ve yanında Hasan…
Ortalarında kucağında bir bebekle bir kadın.
Kadın ölmüştü… adam beni arıyordu…
Ve ben, yıllardır aradığı kız…
Fevzi Bey de bunu yedi yıl boyunca bilip susmuştu.
Tam o sırada Kemal kapıya geldi.
“Elif?” dedi kısık sesle.
“Babamın odasında ne arıyorsun bu saatte?”
Gözlerimden yaşlar süzülüyordu.
“Elimde sadece geçmişin kırıntıları var Kemal…” dedim.
“Ve senin bilmediğin, ama benim tüm hayatımı değiştiren bir sır…”