Mia’nın annesi, evin tadilatta olduğunu iddia ederek üç uzun ay boyunca uzak durması konusunda ısrar etti. Mia ilk başta bahaneyi kabul etti; sonuçta kariyeri onu meşgul ediyordu ve annesi her zaman son derece bağımsız bir insandı. Fakat zaman geçtikçe bir tuhaflık hissetti. Annesinin telefondaki sesi giderek daha ince, daha mesafeli geliyordu. Bahaneler belirsizleşti ve günde bir kez yapılan aramalar tuhaf sessizliklere dönüştü. Mia’yı giderek artan bir huzursuzluk hissi kemiriyordu, ta ki bir sabah bu histen kurtulamayarak arabasına binip doğruca çocukluğunun geçtiği eve gidene kadar.
Vardığında bahçe otlarla kaplı, posta kutusu doluydu. Normalde sıkıca kilitli olan ön kapı, dokunuşuyla açılıyordu. İçerisi, ev bakımlıydı – fazla bakımlıydı. Toz yok, alet yok, plastik kaplı mobilya yok – herhangi bir tadilat belirtisi yok. İçerideki sessizlik ağırdı. Mia seslendi, sesi merdivenlerde yankılanıyordu. Tam o sırada yatak odasından gelen hafif bir hışırtı duydu. Kapıyı itti ve dünyası durdu. Orada, yastık yığınına yaslanmış annesi oturuyordu – kel, zayıf ve kat kat battaniyelere sarınmış. Gözleri yaşlarla dolu bir şekilde fısıldadı, “Mia… beni böyle görmemeliydin.”