Otuz yaşını biraz geçtim. Zayıf, yorgun ve donuk bir yüzüm var artık. Gözlerimde sadece sabır kalmış. Hayatım bir zamanlar sade ama huzurluydu. Şehrin dışında, küçük bir evde karımla yaşıyorduk. İkimiz de ilkokul öğretmeniydik. Lüksümüz yoktu ama mutluyduk. En önemlisi, birbirimizi çok seviyorduk. Sonra bir akşam, her şey değişti. Eşim marketten dönerken bir araba ona çarptı. Omurgası ağır hasar aldı, belden aşağısı felç oldu. Hastaneden aradıklarında derse girmiştim. Koşarak gittim. Onu gördüğümde tanımakta zorlandım.
Bir zamanlar hayat dolu olan kadınım, şimdi hareketsizdi. Gözleri yaşlı, dudakları titriyordu. Konuşamıyordu. O günden sonra işe ara verdim. Her şeyi ben yaptım: çorbasını içirdim, vücudunu temizledim, yaralarını sardım. Küçük evimiz bir hastane odasına döndü. Her yer ilaç ve dezenfektan kokuyordu. Bazı insanlar onu bir bakım merkezine götürmemi önerdi. Ama ben kabul etmedim. “O benim karım. Onunla ben ilgilenirim.” dedim. Günler birbirine benziyordu. Sabah erkenden kalkıp yemek pişiriyor, temizlik yapıyor, sonra geçici işlerde çalışarak para kazanıyordum.
Akşamları yatağının başına oturur, ona kitap okur, bacaklarına masaj yapardım. Bir gün sinirlerinin tekrar çalışmasını umuyordum. Bir keresinde parmağı hafifçe oynadı. Küçücük bir hareketti ama beni ağlattı. O an bana mucize gibi geldi. Eşim konuşamıyordu. Sessizlik içinde yaşıyorduk. Bazen başını sallayarak ya da sessizce ağlayarak cevap verirdi. Ben bunu çaresizlik ve minnettarlık olarak yorumlardım. Ona hiç kızmadım, ondan hiç şüphe etmedim. Sadece acıdım. Zamanla akrabalarımız da gelmemeye başladı.
Bazıları bana “Artık bırak, hayatına devam et.” dedi. Onları suçlamadım. Felçli birine bakmak uzun ve yalnız bir yoldu. Herkes dayanamazdı. Hayatımız bir düzene girmişti. Ta ki o güne kadar… İş için bir müşteriye giderken cüzdanımı evde unuttuğumu fark ettim. İçinde kimliğim ve yeni aldığım para vardı. Hemen geri döndüm. Kapıyı açtığım an… felç gibi oldum. Güneş batıyordu. Pencereden süzülen ışık odayı altın rengine boyamıştı.
Ve o ışıkta her şey görünür hale geldi. Beş yıldır sevgi, sabır ve umutla koruduğum o oda… şimdi bana aklımın alamayacağı bir gerçekle vurdu. O an, yıllarca inandığım her şey bir anda yıkıldı…. devamını diğer sayfaya
Akşam ışığı küçük pencereden süzülüyor, o sahneyi aydınlatıyor… ve aynı anda, Ahmet’in bütün dünyasını yıkıyordu. Beş yıldır hasta yatağında yatan Elif, o yatakta yalnız değildi. Yanında bir adam oturuyordu. Uzun boylu, beyaz gömlekli, bej pantolonlu. Yüzü tanıdıktı. Elif’in haftada bir gün çağırdığı fizik tedavi uzmanıydı. Ama Ahmet’i asıl şoke eden o adam değildi… Elif’ti. Elif oturuyordu. Dimdik. Yardımsız. Ve elleri… o adamın elleriyle kenetlenmişti. Titreyerek, sanki kırılgan ama yoğun bir şeyi tutuyormuş gibi. “E… Elif…” dedi Ahmet, bacakları titreyerek.
Sesi neredeyse bir fısıltıydı. İkisi de başını çevirdi. Elif’in gözleri büyüdü, yüzü soldu. Adam hemen ellerini çekti, suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi ayağa kalktı. Ahmet bağırmadı. Küfretmedi. Kimseye vurmadı. Sadece orada durdu; gözlerinde binlerce duygunun gölgesi vardı. “Ne zamandır… ne zamandır yürüyebiliyorsun?” Elif başını eğdi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra fısıldadı: “Yaklaşık sekiz aydır.” “Sekiz… ay mı?” dedi Ahmet, donakalarak. Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Yıllardır ilk kez, bu gözyaşları fiziksel acıdan değildi. —“Korktum…
Senin öğreneceğinden korktum. Bakışından, beklentilerinden… ve kendimden. Kim olduğumu bilemedim artık. Bu beş yıl… bir hayalet gibi yaşadım. Vücudum iyileşmeye başladığında, ne yapacağımı bilemedim. Sen bana her şeyi verdin… ama ben artık seni aynı şekilde sevemiyordum.” Ahmet konuşmadı. Kalbi yalnızca ihanetle değil, başka bir gerçekle de kırılmıştı. Beş yıl boyunca taşıdığı sevgi, fedakârlık, umut… hepsi bir anda anlamını yitirmişti. O, sevginin her yarayı iyileştireceğine inanmıştı. Ama unuttuğu şey, bazı yaraların bedende değil… ruhta olduğuydu. Diğer adam gitmek istedi ama Ahmet elini kaldırdı. —“Gitmene gerek yok. Tek istediğim şey… gerçek.”
Fizyoterapist başını eğdi: “Bunu hiç istemedim… Ama onun birine konuşması gerekiyordu. Sen onun kocasıydın, ama artık onu anlayan kişi değildin. Sevginin içinde bile yalnızdı.” Ahmet başka bir şey söylemedi. Eve cüzdanını almak için dönmüştü, ama o cüzdan artık her şeyin değiştiği anın sembolüydü. Geriye dönerken yol iki kat uzun geldi. O gün, yağmur yağdı. Sonra, akrabalarının yanına —İzmir’e— taşındı. Ne bir şikâyet, ne bir dava. Boşanma belgelerini hemen imzaladı, evi Elif’e bıraktı. “Bunu, beş yıllık evliliğimizin hatırası olarak kabul et,
” diye yazdı titrek ama kararlı bir el yazısıyla. Küçük bir köy okulunda tekrar öğretmenliğe başladı. Hayat daha yavaş, daha hüzünlü… ama bir o kadar da hafifti. Bir gün biri sordu: “Bunca fedakârlığa değdi mi?” Ahmet başını salladı, yorgun ama içten bir gülümsemeyle: “Hayır, pişman değilim. Çünkü gerçekten sevdiğinde, bedelini saymazsın. Ama bundan sonra… önce kendimi sevmeyi öğreneceğim, sonra bir başkasını.” Bu hikâyede ne kötü insanlar var, ne de kusursuz melekler. Ahmet fazla sevdiği için suçlu değildi. Elif de hayatını geri istediği için. Gerçek trajedi… ikisinin de, sevginin her şeyi koruyabileceğine inanmasıydı — hatta sessizlikte çoktan ö-lmüş olanı bile.