Bursa'nın tarihi Mudanya yolunda siyah bir Mercedes, akşam güneşiyle altın rengi bir parıltı içinde sessizce ilerliyordu. Zeytin ağaçlarının gölgeleri uzuyor, şehir yavaş yavaş geceye hazırlanıyordu. Cengiz Taşkıran, 42 yaşında, başarılı bir yazılım şirketinin sahibi, üç haftalık İzmir seyahatinden dönerken bir yandan İtalyan kravatını düzeltiyor, bir yandan tabletinde şirket raporlarını inceliyordu. Kariyerinin en önemli anlaşmasını imzalamıştı ve şimdi tek istediği, eve varıp yedi yaşındaki oğlu Kuzey’e sarılmaktı.
“Az kaldı beyefendi, beş dakika içinde varırız,” dedi Rüstem amca, ailenin yıllardır güvendiği şoförü. Ama Cengiz, evdeki durumu sorduğunda Rüstem’in sesi titredi. Nergiz Hanım hayır işleriyle meşguldü, ev sakindi, dedi. Fakat sesindeki bir şey Cengiz’in kaşlarını çattırdı.
Bursa’nın gözde semti Çekirge’deki taş konaklar nihayet göründüğünde, Cengiz derin bir nefes aldı. Konağın gümüşi yaprakları, Osmanlı mimarisinden izler taşıyan avlusu ve Uludağ’a bakan pencereleriyle, onun gururuydu. Fakat Rüstem’in bakışları komşu konağa kayınca, Cengiz de gözlerini oraya çevirdi ve ciğerlerindeki havanın boşaldığını hissetti.
Kuzey, komşuları Gülderen Hanım’ın merdivenlerinde oturuyordu. Üzerinde birkaç beden büyük bir tişört, ellerinde sıkıca tuttuğu bir Çin kase vardı. Cengiz, oğlunun belirgin şekilde zayıfladığını fark etti. Arabadan inmeden kapıyı açtı, taş yolda hızla ilerledi. Gülderen Hanım, 50 yaşlarında, anaç yüzlü bir kadındı. Cengiz’in yaklaştığını görünce endişelendi. Kuzey başını kaldırdı, gözlerinde rahatlama ve utanç karışımı bir ifade vardı.
“Oğlum burada ne yapıyorsun? Nergiz nerede?” diye sordu Cengiz, sesi endişeyle kalınlaşmıştı. Gülderen Hanım boğazını temizleyerek, “Kuzey birkaç saat önce karnı aç şekilde geldi,” dedi. “Aç mı?” kelimesi Cengiz’in boğazından boğuk bir hırıltı gibi çıktı. Kuzey başını eğdi. Gülderen Hanım anlatırken Cengiz’in dünyası paramparça oluyordu.
Nergiz Hanım akşam yemeği için yeterli yiyecek olmadığını söylemiş, Kuzey’e yarına kadar beklemesini söylemişti. Kuzeyin sesi neredeyse duyulmayacak kadar hafifti. “Bu ilk kez değil Cengiz Bey. Son birkaç haftadır küçük bey ara sıra bize geldi. Bazen bir bardak ayran, bazen biraz çorba için,” dedi Gülderen Hanım.
Cengiz, Uludağ’ın soğuk rüzgarları gibi bir ürpertiyle sarsıldı. Oğlunun bir zamanlar dolgun yanakları çökmüştü, kolları tişörtün içinde kayboluyordu. “Neden bana söylemedin oğlum?” dedi Cengiz, gözlerinde biriken yaşları gizlemeye çalışarak. “Nergiz teyze telefonumu aldı. Yaramazlık yaptığımı, seni rahatsız etmemem gerektiğini söyledi. Anlaşmanı kaybedersin,” dedi Kuzey. Ayrıca “Sana söylersem beni sevmeyeceğini söyledi.”
Gülderen Hanım boğazını temizledi. Kocası Bülent Bey geçen hafta Kuzey’i bahçe duvarında üşürken görmüş, eve alıp çorba vermiş. O zamandan beri birkaç kez daha gelmiş. “Nergiz evdeyken neredeydi?” diye sordu Cengiz. “Çoğunlukla dışarıdaydı, arkadaşlarıyla çay içmeye gidiyordu, bazen geç saatlere kadar dönmüyordu,” dedi Gülderen Hanım. “Dün gece sizin evinizden yüksek sesli kahkahalar duyduk.”
Cengiz konağına baktı. Alt katın ışıkları yanıyor, avizeler Nergiz’in bir gala için hazırlandığını gösteriyordu. Üç hafta önce İzmir’e gitmeden önce Nergiz havaalanında ağlamış, Kuzey’i ne kadar özleyeceğini söylemişti. Şimdi bu tiyatronun arkasındaki gerçeği görüyordu.
“Rüstem amca, arabayı hazırla. Kuzey ile hastaneye gideceğiz,” dedi Cengiz. Oğlunun elindeki kaseyi nazikçe aldı, içindeki çorbanın son damlasına kadar içildiğini gördü. Oğlunu kollarına alırken Kuzey tüy gibi hafifti. “Eve geri dönecek miyiz baba?” diye sordu Kuzey. “Şimdilik değil oğlum. Önce seni doktora göstereceğiz.”
Gülderen Hanım gözlerinde yaşlarla, “Size yardım edebileceğimiz bir şey var mı?” diye sordu. Cengiz başını iki yana salladı. “Yaptıklarınız için teşekkür ederim. Sizin sayenizde oğlum…” Cümleyi bitiremedi, boğazı düğümlenmişti.
Mercedes, Bursa’nın tarihi sokaklarından geçerek özel Doruk Hastanesi’ne ulaştığında hava kararmıştı. Kuzey koltuğunda sessizce oturuyor, ara sıra babasına endişeli bakışlar atıyordu. Cengiz oğlunun ne kadar zayıfladığını görmek için parlak ışığa ihtiyacı yoktu. Kemikleri teninin altından belli oluyordu.
Diğer sayfamıza geçerek detayı okuyunuz

Bunlar da İlginizi Çekebilir