Ben Zeynep. Yetmiş iki yaşımdayım.
Oğlum Hasan’ı tek başıma büyüttüm.
Ne yediysem yarısını ona verdim.
Ev yaptım, ekmek yaptım, çamurda yattım… ama oğlum üşümesin dedim.
Hasan büyüdü, çalıştı, şehre gitti.
Bir gün kolunda bir kızla geldi.
— “Ana, bu Nazife. Ben bunu istiyorum,” dedi.
Ben de “Oğlumun seçtiği, başımın üstüne,” dedim.
İlk günlerde yüzü gülerdi. Çay verir, hal hatır sorardı.
Ama üç beş gün sonra değişti.
Bir sabah çorabımı sobaya atmış.
“Fare kemirmiş,” dedi.
Bir gece kapımı içeriden kilitlemiş.
“Yanlışlıkla olmuş,” dedi.
Beni bakkala yollayıp kapıyı üstüme kilitledi.
Dönünce kapıyı açmadı.
“Kapıyı çarpıp gittin,” dedi.
Yemek koymadı tabağıma, aç kaldım.
Suyuma tuz basmış, “Elin titremiştir,” dedi.
Kış günü pencereleri açık bıraktı, “Ev kokuyor,” dedi.
Her seferinde kulağıma eğilip tehdit etti:
— “Oğluna bir laf edersen, seni delirdi diye aldırırım!
Vallahi ederim, billahi ederim!
Ağzını aç da göreyim!”
Sustum.
Yuttum.
Çünkü analık bazen içine atmak demekti.
Ama o sabah… yüreğimden taştı.
Hasan işe gitmişti.
Nazife geldi, masaya bir tabak koydu.
İçinde koca koca kırmızı biberler.
Üstü pul biberle kıpkırmızı.