Siyah arabayla o konağa getirildiğimde, kalbim zaten göğsümden fırlayacak gibiydi. Adam beni içeri soktu, üst kata çıkardı. Kapıyı açtığında gördüğüm manzara, nefesimi kesmişti:
Odanın ortasında eski bir sandık duruyordu. Sandığın üzerinde sararmış bir fotoğraf vardı. Fotoğrafın içinde ben, kundağa sarılı minicik bir bebek… Yanımda genç bir kadın. Gözleri benimkine tıpatıp aynıydı.
“Bu… annem mi?” diye sordum, sesim titreyerek.
Adam başını yavaşça salladı.
“Evet Elif. O kadın senin annen. Ama sana bırakacağı şey yalnızca sevgisi değil… aynı zamanda kaderin.”
Titreyen ellerimle sandığın kilidine uzandım. İçimde fırtınalar kopuyordu. Kilit açıldığında sandığın kapağı ağır bir gıcırtıyla aralandı. İçinde bir tomar mektup ve kan kırmızısı bir kolye vardı.
Mektupları açtığımda gözlerimden yaşlar boşaldı. Annem, beni terk etmediğini, zorla ayrıldığını yazmıştı. O gece peşimde olan insanlar yüzünden beni yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış. Ama her satırında aynı cümle vardı:
“Bir gün seni bulacaklar Elif. Ve o zaman ya güçlü olursun… ya da yok olursun.”
Kolye ise kan kırmızısı bir taşla süslenmişti. Adam, kolyeyi bana uzatırken gözlerinde karanlık bir parıltı vardı.
“Bu senin mirasın. Onu takarsan, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ellerim titreyerek kolyeyi boynuma geçirdim. Tam o an… bütün odanın ışıkları söndü.
Bir anlık sessizlikten sonra adamın sesi yankılandı:
“Artık sırların kızı sensin. Ve bu, daha başlangıç.”