Benim adım Elif. Daha doğduğum gün, bir battaniyeye sarılıp yetimhanenin kapısına bırakılmışım. Annemin yüzünü hiç görmedim, babamın adını hiç duymadım. Tek hatırladığım, o kapının paslı tokmağının her gün gözlerime çarpması… Bana hep aynı şeyi fısıldardı: “Sen terk edildin.”
Yetimhanenin duvarları rutubet kokardı. Çocuklar uyuduğunda ben uyuyamazdım. Ranzamın üst katına çıkıp pencereden gökyüzüne bakardım. Özgürlüğün kokusunu o karanlık gökyüzünde arardım. Kalbim, buraya ait olmadığımı haykırırdı.
Ama buranın kuralları vardı. Sessizlik, itaat ve korku. Müdür hanım taş kalpli bir kadındı; en ufak hata da tokadı eksik etmezdi. Yine de ben, her şeye rağmen içimdeki ışığı söndürmemeye yemin etmiştim.
Sonra bir gün… hayatım değişti.
O sabah bahçenin kapısında siyah bir araba durdu. Camları simsiyah, görünmezdi. İçinden çıkan takım elbiseli bir adam, müdürle konuşmaya başladı. Sonra gözleri beni buldu. Yüzlerce çocuğun arasından direkt bana baktı. Kalbim deli gibi çarptı.
Müdür beni yanına çağırdı, “Elif, hazırlan!” dedi. Sesinde alışılmadık bir sertlik vardı. Adam bana doğru yürüdü, dudaklarında tuhaf bir tebessüm vardı.
Ve işte o an, hayatımda ilk kez… korkuyla umut birbirine karıştı.
Kapının önünde durdum, elim demir tokmağa uzandı. Arkama baktım: yıllardır beni esir eden o rutubetli duvarlar. Önümdeyse bilinmez bir yol…
Adamın sesi kalbimi delip geçti:
“Artık buraya ait değilsin, Elif. Seni bekleyen bambaşka bir hayat var.”
Ama içimden bir ses fısıldıyordu:
“Bu adam beni kurtarmaya mı geldi… yoksa daha karanlık bir yere mi götürecekti?” Devamını okumak için diğer sayfamıza gecebilirisniz..
Siyah arabayla o konağa getirildiğimde, kalbim zaten göğsümden fırlayacak gibiydi. Adam beni içeri soktu, üst kata çıkardı. Kapıyı açtığında gördüğüm manzara, nefesimi kesmişti:
Odanın ortasında eski bir sandık duruyordu. Sandığın üzerinde sararmış bir fotoğraf vardı. Fotoğrafın içinde ben, kundağa sarılı minicik bir bebek… Yanımda genç bir kadın. Gözleri benimkine tıpatıp aynıydı.
“Bu… annem mi?” diye sordum, sesim titreyerek.
Adam başını yavaşça salladı.
“Evet Elif. O kadın senin annen. Ama sana bırakacağı şey yalnızca sevgisi değil… aynı zamanda kaderin.”
Titreyen ellerimle sandığın kilidine uzandım. İçimde fırtınalar kopuyordu. Kilit açıldığında sandığın kapağı ağır bir gıcırtıyla aralandı. İçinde bir tomar mektup ve kan kırmızısı bir kolye vardı.
Mektupları açtığımda gözlerimden yaşlar boşaldı. Annem, beni terk etmediğini, zorla ayrıldığını yazmıştı. O gece peşimde olan insanlar yüzünden beni yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış. Ama her satırında aynı cümle vardı:
“Bir gün seni bulacaklar Elif. Ve o zaman ya güçlü olursun… ya da yok olursun.”
Kolye ise kan kırmızısı bir taşla süslenmişti. Adam, kolyeyi bana uzatırken gözlerinde karanlık bir parıltı vardı.
“Bu senin mirasın. Onu takarsan, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ellerim titreyerek kolyeyi boynuma geçirdim. Tam o an… bütün odanın ışıkları söndü.
Bir anlık sessizlikten sonra adamın sesi yankılandı:
“Artık sırların kızı sensin. Ve bu, daha başlangıç.”
O an içimde korku, öfke ve inanılmaz bir güç birbirine karıştı. Artık yalnız bir yetim değildim. Artık annemin mirasını taşıyan, gerçeği öğrenmiş bir kızdım.
Demir kapının ardında başlayan hikâyem… o gece bambaşka bir kapının önünde yeniden yazıldı.
Ve ben biliyordum: Bundan sonra benim adım, sadece Elif olmayacaktı.