Hakim tokmağını vurdu. “Mahkeme kararını açıklıyor,” dedi. Sesindeki otorite salonu doldurdu. “Sanık hakkında açılan dava reddedilmiştir. Aksine, olayda asli kusurun ebeveyn ihmali olduğu anlaşılmıştır.” Bir an durdu. “Ayrıca, sanığın haksız yere yıpratılması nedeniyle manevi tazminat hakkı doğmuştur.”

Kulaklarım uğulduyordu. İnsanlar fısıldaşıyordu. Avukatım omzuma dokundu; gözleri doluydu. Ben ise hâlâ ekrana bakıyordum—o anı, düşüşü, kollarımı… Sanki başka birine aitti.

Duruşma bittiğinde dışarı çıktım. Güneş gözlerimi aldı. Basın kapıda bekliyordu ama durmadım. Bir banka oturdum. Ellerim titriyordu. Bir hayat kurtarmıştım, evet. Ama bir hafta boyunca kahramanlıktan suçluluğa, umuttan çaresizliğe savrulmuştum.

Bir süre sonra biri yaklaştı. Başımı kaldırdım. Çocuğun annesiydi. Gözleri kızarmıştı. Sessizce, “Özür dilerim,” dedi. “Korktum. Suçlulukla baş edemedim.” Başımı salladım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Zaten bazen hiçbir söz, olanları tamir etmeye yetmez.

Ayağa kalktım. İşe geç kalmıştım. Hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Ama ben artık aynı kişi değildim. Kahramanlık bazen alkışla değil, mahkeme salonunda sınanıyordu. Ve o gün öğrendim ki, doğru olanı yapmak her zaman kolay değil—ama yine de yapılmaya değer.

Bunlar da İlginizi Çekebilir