Yalnızlıkla barıştığımı sanıyordum ta ki bir gece Facebook’ta gezinirken bir daha asla göremeyeceğim bir isim görene kadar: Anna Whitmore. Anna, ilk aşkım. Bir zamanlar kendime evleneceğime söz verdiğim kız. Saçları sonbahar yaprakları rengindeydi ve kahkahası kırk yıl sonra bile hâlâ hatırladığım bir şarkıydı. Ama hayat bizi ayırmıştı; ailesi aniden taşınmıştı ve ben vedalaşamadan evlendirildi. Fotoğrafını tekrar gördüğümde, saçlarında gri tutamlar vardı ama hâlâ aynı nazik gülümseme vardı; sanki zaman geriye doğru akıp gitmişti. Konuşmaya başladık. Eski hikâyeler, uzun telefon görüşmeleri, ardından kahve buluşmaları. Sanki aradaki on yıllar hiç yaşanmamış gibi, sıcaklık anında hissedildi. Ve böylece 61 yaşında ilk aşkımla yeniden evlendim. Düğünümüz sadeydi. Ben lacivert bir takım elbise giydim, o fildişi rengi ipek bir elbise. Arkadaşlarımız yine ergenlik çağındakilere benzediğimizi fısıldaşıyordu. Yıllar sonra ilk kez göğsüm canlandı. O gece, misafirler gittikten sonra iki kadeh şarap doldurup onu yatak odasına götürdüm. Düğün gecemiz. Yaşın benden çaldığını düşündüğüm bir hediye. Elbisesini çıkarmasına yardım ettiğimde tuhaf bir şey fark ettim. Köprücük kemiğinin yakınında bir yara izi. Sonra bileği boyunca bir tane daha. Kaşlarımı çattım; yara izlerinden değil, dokunduğumda irkilmesinden. “Anna,” dedim yumuşak bir sesle, “sana zarar verdi mi?” Donakaldı. Sonra gözleri titredi; korku, suçluluk, tereddüt. Ve sonra, kanımı donduran bir şey fısıldadı:

Bunlar da İlginizi Çekebilir