Yağmurlu ve soğuk bir kış günü, yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldı:
-“Eski gazeteniz var mı bayan?” Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. “İçeri girin de, size kakao yapayım” dedim.
Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik ilgimi çekti. Bir an başımı uzattım içeriye ve küçük kızın, elindeki boş fincana baktığını gördüm. Erkek çocuğu bana döndü: “Bayan, siz zengin misiniz?” diye sordu. “Zengin mi? Yok, hayır!” diye yanıtlarken; Gözlerim bir an Çocuğun ayağındaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına özenle yerleştirdi ve:
-“Sizin fincanlarınız, fincan tabaklarınız takım” dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi. Gerçi buna gerek de yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı, bir eşim vardı ve eşimin de bir işi… Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim.
Çocukların sandaletlerinin çamur izleri, halının üzerindeydi hâlâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya; unutuveririm ne denli zengin olduğumu… Bu öyküye yakışan bir Arap Özdeyişi: “Ayakkabım yok diye üzülüyordum; ta ki ayaksız bir insan görene kadar”