Akşam ışığı küçük pencereden süzülüyor, o sahneyi aydınlatıyor… ve aynı anda, Ahmet’in bütün dünyasını yıkıyordu. Beş yıldır hasta yatağında yatan Elif, o yatakta yalnız değildi. Yanında bir adam oturuyordu. Uzun boylu, beyaz gömlekli, bej pantolonlu. Yüzü tanıdıktı. Elif’in haftada bir gün çağırdığı fizik tedavi uzmanıydı. Ama Ahmet’i asıl şoke eden o adam değildi… Elif’ti. Elif oturuyordu. Dimdik. Yardımsız. Ve elleri… o adamın elleriyle kenetlenmişti. Titreyerek, sanki kırılgan ama yoğun bir şeyi tutuyormuş gibi. “E… Elif…” dedi Ahmet, bacakları titreyerek.
Sesi neredeyse bir fısıltıydı. İkisi de başını çevirdi. Elif’in gözleri büyüdü, yüzü soldu. Adam hemen ellerini çekti, suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi ayağa kalktı. Ahmet bağırmadı. Küfretmedi. Kimseye vurmadı. Sadece orada durdu; gözlerinde binlerce duygunun gölgesi vardı. “Ne zamandır… ne zamandır yürüyebiliyorsun?” Elif başını eğdi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra fısıldadı: “Yaklaşık sekiz aydır.” “Sekiz… ay mı?” dedi Ahmet, donakalarak. Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Yıllardır ilk kez, bu gözyaşları fiziksel acıdan değildi. —“Korktum…
Senin öğreneceğinden korktum. Bakışından, beklentilerinden… ve kendimden. Kim olduğumu bilemedim artık. Bu beş yıl… bir hayalet gibi yaşadım. Vücudum iyileşmeye başladığında, ne yapacağımı bilemedim. Sen bana her şeyi verdin… ama ben artık seni aynı şekilde sevemiyordum.” Ahmet konuşmadı. Kalbi yalnızca ihanetle değil, başka bir gerçekle de kırılmıştı. Beş yıl boyunca taşıdığı sevgi, fedakârlık, umut… hepsi bir anda anlamını yitirmişti. O, sevginin her yarayı iyileştireceğine inanmıştı. Ama unuttuğu şey, bazı yaraların bedende değil… ruhta olduğuydu. Diğer adam gitmek istedi ama Ahmet elini kaldırdı. —“Gitmene gerek yok. Tek istediğim şey… gerçek.”