Bir gün bir final sınavında hoca sınıfa gelmiş ve sınav sorusu olarak tahtaya, “Why?” (Neden?) yazmış. Öğrenciler ilk önce ne yazacaklarını şaşırmışlar, sonra herkes bir şeyler yazmaya başlamış.

Yalnız bir öğrenci, sınavın ilk dakikasında kağıdını teslim etmiş. Öğrencinin cevabı da soru gibi kısaymış: “Why not?”(Neden olmasın ki?)
Bu öğrenci sınavdan “100” almış.



devam etmek için görsele tıkalyınız
Aynı hoca başka bir sınavda “Risk nedir?” diye sormuş. Yine bir öğrenci sınavın ilk 10 saniyesinde kağıdını teslim etmiş. Kağıdın üst kısmında sadece “isim-soyadı” varmış ve gerisi ise boşmuş.En altta ise “İşte risk budur” diye yazıyormuş.
Ve sonuçta da sınıftaki en yüksek notu yine o almış.

Hocanın bir sonraki sınavında yine “Risk nedir?” sorusuyla karşılaşan öğrencimiz tekrar boş kağıt verince bu sefer “0” almış. Koşa koşa hocaya gidip sebebini sorunca aldığı cevap ise manidar…

“Aynı şartlar altında, aynı riski iki kere almak aptallıktır!”

Not: Bu gerçek bir olaydır. Olay Prof. Dr. Muhan Soysal ve Mehmet Ali Berkman arasında ODTÜ İşletme Fakültesinde gerçekleşmiştir. Olayın gerçekliğine Muhan Soysal’ın biyografisi olan “Muhan Hoca” adlı kitapta da yer verilmiştir.
Yaşlı bir baba, kuzu etinden imâl edilmiş yaprak döneri çok severmiş. Bu beğenisinden haberdar olan oğlu, bir gün babasını memnun etmek için onu güzel bir lokantaya götürmüş. Sipariş verilmiş, yemekler gelmiş. Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş. Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış. Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş. Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış.



Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış. Nihâyet yemek bitmiş ve oğlu, babasını alıp lavaboya götürmüş, elini yüzünü iyice yıkamış, üstünü başını silip temizlemiş, saçını sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış ve ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…
Lokantada bulunanların hakâretâmiz bakışları hâlâ onların üzerindeymiş. Hiçbir bakışı umursamayan oğlunun yüzünde ise hep tebessüm varmış. Çünkü babasına en sevdiği yemeği ikram etmenin mutluluğunu yaşamakla birlikte hürmet duymanın huzur veren tesirindeymiş.



Oğul yemek parasını ödeyip de lokantadan çıkıyorlarmış ki arkalarından yaşlı bir amca seslenmiş: “Hey evlât! Burada bir şey unutmadın mı?”

Genç adam gayet emin cevap vermiş: “Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!”

Yaşlı amca, “Hayır evlât, yanılıyorsun! Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun” demiş. Bunun üzerine oğul, ceplerini kontrol etmiş; anahtarını, telefonunu, cüzdanını yoklamış. Hepsi yerli yerindeymiş. Şaşkınlık içinde sormuş: “Ne bırakmış olabilirim?”

“Evlât!” demiş yaşlı adam, “Sen burada her evlât için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp gidiyorsun”.



Bu söz üzerine, yemek yedikleri salona bir sessizlik çöküvermiş. Orada bulunan herkes, kendi durumunu ve babasına nasıl davrandığını düşünmüş. Sessizliğin gerekçesi biraz utanç, biraz da pişmanlıkmış. Bir an hatırlayıvermişler her sıkıntıda babalarına sığındıklarını. “Baba, şunu istiyorum”, “Baba, bana şunu al”, “Baba, şu okulda okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor”, “Baba, masrafları için şu kadar lâzım”, “Baba, falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver” diyerek hep sahip olmak istediklerinden söylenip durduklarını, yokluklara sitem edip şikâyetçi olduklarını hatırlamışlar. Ve hiçbir zaman, “Baba, senin benden bir isteğin var mı?” sorusunu sormadıklarını da…
Adamın birisi, bir gün, durup dururken kör olmuş. Çaresiz bir şekilde doktor doktor dolaşmaya başlamış. Ancak gittiği tüm doktorlar adamın neden kör olduğunu “Gözlerinde bir hastalık yok ama görmüyorsun, biz senin durumundan bir şey anlayamadık ” diyerek cevap verip adamı tedavi edememişler…

Doktorlardan umudunu kesen adam, derdine çare aramak için dünyayı dolaşmaya başlamış…



Gittiği bir dergahta kör adama; “bak efendi, sen bu derdinden kurtulmak istersen, hayatta hiçbir derdi olmayan bir adam bulacaksın, onun üzerindeki gömleği gözlerini süreceksin, böylece gözlerin tekrar görmeye başlayacak” denmiş.

Bu söz üzerine adam yine yollara düşüp koca dünyada dertsiz birini aramış durmuş…

Günün birinde, bir dağda bir çoban olduğunu ve onunda hiçbir derdinin olmadığını öğrenmiş. Ve hemen söylenen o dağa doğru yol almış. Denildiği gibi dağda çobanı bulmuş, derdini anlatmış, demiş ki: Eey çoban; duydum ki senin bu dünyada hiçbir derdin yokmuş, doğru mu? Çoban mahçup bir sesle ‘yoktur’ diyerek yanıtlamış adamı. ‘Allah’a şükür benim hiçbir derdim yoktur.’ Kör adam sevincinden ne yapacağını şaşırmış, onca zamandır beklediği an gelmiş çatmış, gözlerinin görmesini artık çok az bir zaman kalmış… Kör adam konuşmasına devam etmiş: Çobanım, canım çobanım, gömleğini hele bir çıkarda, çıkarda gömleğini gözlerime süreyim, gözlerime süreyim ki bende görebileyim… Çoban cevap vermiş; iyi ama benim gömleğim yok ki!
Çoban dertsiz olmasına dersizmiş ama, bir gömleği de yokmuş…
Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde. İkisi de bahar kokuyordu… Biri ilkbahar, diğeri güz.

Adam, seslendi yine; – Bana mutluluk borcun var!

Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu: -Nasıl ödeyebilirim?

Heyecanlandı adam – Haydi yat dizlerime!

Bana gözyaşı borcun var

Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca. Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının. Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu. Çaresizliğini ördü sırasıra. Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
Yetmedi, gizli düğüm attı… Ağladı. Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice. Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.

Genç kadının gözlerinin içine baktı; – Bana yürek borcun var!



Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı. – Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?

Adam kollarını uzattı – Haydi tut ellerimi!

Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın. Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde. Genç kadın gitmek üzereydi.

Adam son kez seslendi; – Bana can borcun var!

Kadın irkildi; – Can mı?

Sigarasından derin bir nefes çekti adam; – Evet… Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!

Hoşuna gitti sözler kadının – Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?

Adam, biraz daha yaklaştı; – Yum gözlerini!

Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini. Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu kadının titreyen dudaklarına.

– Bu ne şimdi yaptığın? diyerek çattı kaslarını kadın…

Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi; – Hayat öpücüğüydü!

Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle…

Adam, şaşırdı; – Ya senin bu yaptığın neydi?

Genç kadın kapıya yöneldi; – Veda öpücüğü!
Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın.

Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına. – Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar…

Genç kadın sümbülleri aldı: – Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!

Adam sevindi: – Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!

Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam, – Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!

Haykırışı yağmura karıştı. Kadın, yağmuru hissetmeyen kalabalığa…
KIRIK AYNALAR

“Bir ayna da, bazı bazı, bir tuz gölü gibi gözleri yakar.”

Exupery

Hüznü sonsuzmuş gibi hissettiren bir nağme sürüyor içimde.

Bir türlü bitmeyen yollara mecbur bir yolcu için hasret öyle eski, öyle uzun bir takvim ki mesafelerinde kaybolmayacak gönül bulunmaz.



O mesafelerde kaybolmayı ben seçmemiştim. Düze çıkmayı düşlerken, sineme aşılamayan kalelerin surları örülüyordu, farkında olamamıştım. O mesafelerin kalbimdeki derinliklerine fenerini yakınca seneler, hasretin, bir sevgilinin ölü bedeni gibi kalbimde boylu boyunca uzanan sûretini gördüm. Derindi, keskindi, acımasızdı. Benimle aynı kapılarda, aynı yollarda, aynı hikâyedeydi. Şimdi o kapılar, o yollar çok uzaklarda kaldı; ama hikâye bende hâla.

Hikâyede hasretin izini sürüyordum ve bitkindim. Ardımda uzanan yollarda o hikâyeden çıkıp çıkamayacağımı bilmiyordum. O hikâye bir gün hangi manayı kazanır öğrenmek istiyordum. Aynı hikâyede annem beni hasretlere hazırlıyordu. Oysa o çok sevdiği türkülerin, gizli gözyaşlarının, solgun mektupların ardında o da öğrenmeye uğraşıyordu hâla.



Unutmaktan korkar gibi söylemekten usanmadığı hasret türkülerinde, dönüp dönüp okuduğu mektuplarda, kopamadığı geçmiş zamanda ne buluyordu annem? Hep dokunaklı hatıralar oluyordu annemi kendine bağlayan; neyin nesiydi bu bağ…

Bir gün geldi o sözlerin hikâyesi benim de kalbime hünkâr oldu.

Hâla ben de kalan o hikâye yüreğimi tahtının dibine taşıdı ve ben o hikâyenin tahtı önünde bükülen boynumu kaldıramadım daha.

Annem ve ben “tayininiz falancayadır” tebliğlerinin peşinden savrulduk durduk babacığımın ardı sıra. Savrulduk diyorum, çünkü her tayin tebliği kalbimizi altüst eden bir karayel olurdu. Annem, “Kendimi bir ada gibi hissediyorum” derdi, “ yaz gelince güzelliği fark edilen ve insanların bu güzelliğin içine girip, zevk edip sonra hatıralarının silüetlerini bırakarak terk ettikleri bir yaz adası…” İlk zamanlar annem derdim ki, “ Hem böyle sitem ediyorsun hem de o hatıralardan sıyrılıp kendi güzelliğinle ıssızlığında yaşamayı denemiyorsun, istemiyorsun bunu.” Solgun bir gülümseme belirirdi dudaklarında, “Sen denersin” derdi bana, “ sen istersin…”

KIRIK AYNALAR Annemin, hüzünlerinden, hasretlerinden kopmak istemediği hatıralarını, anneannemden ona yadigâr kalan sandıkta sakladığı birkaç parça eşyaya benzetirdim. Bayramlık saf ipek çuha renkli bir yeldirme, siyah kadife bir fistan, pembe işlemeli bir mendil, ahşap bir tespih… Anneannem bu eşyaların yaşamasını istermiş; annem de öyle, hasretlerinin yaşamasını isterdi. Hep ona hüzün veren insanlar ve mekânlar olurdu kalbinde. Usanmadan anardı birkaç dostu ve mekânı; arardı… Taşınırken bırakmak zorunda kaldığı çiçeği bile özlerdi annem! “Ne tuhaf “ derdi, “o çiçekle aynı odada geçirdiğim vakitlere ihanet ediyormuşum gibi geliyor bana.” “Ah anne” derdim, “senin kalbin bir çiçekten daha ayrılmaya dayanamaz, bırak bir dosttan bir şehirden
ayrılmayı.” Gülerdim. “Kim bilir Beria, senden nasıl ayrılacak?” derdi. Solardı gülümsemem.

Ah zaman… acımasız hikâyeci, bilge muallim.

Onun öğretmesi yaklaşanı ulaştırmak, kaynaştırmaktır yürekte. Hasretleriyle kuruln hikâyeye taşıdı, buruk tebessümleriyle kaynaştırdı beni.

Annem, geçtiği şehirlerin peçesini indirir benim hiç fark etmediğim güzelliklerinden müstesna hatıralar taşırdı yüreğine.



Yeni mekânlar görmeye hem arzulu, hem de o mekânlara duyacağı bağlılığın vedalarla incineceğinden mustarip. Hem yeni dostlar, yeni muhabbetlerle hemhal olmaya gönüllü, hem gönlünün ayrılıklarla yaralanmasından gamzede olurdu. Ben vedalardan annem gibi incinmeyi, annem gibi hasretten inlemeyi bilmezdim.

Derken dört yıl kaldığımız ‘Ağlasun’, ömrümün hüzünlerine hasretlerine açılan bir tünel; kalbimi annemin kalbiyle donatan bir el oldu. O şehre girerken babama demiştim ki, “Ayrılırken dile gelse bize ne der bu şehir?” Annemi göstererek eklemiştim, “İlişmeyin ‘ağlasun’ der herhalde. Annem buruk bir gülümsemeyle katılmıştı babamla benim kaygısız gülüşümüze. Sonra babam, “Bize öyle der de, annene ne der acaba?” diyerek annemin çok sevdiği bir türküyü mırıldanmıştı: “Mihrican mı değdi gülün mü soldu- Gel ağlama, garip bülbül ağlama…” Ağlasun’da liseyi bitirmiştim. Bir dosta gönül bağlamanın, bir muhabbetten yara almanın, kanayıp da yaranın yerini bulamamanın, bir şehre ait olduğunu hissetmenin ne demek olduğunu Ağlasun’da öğrenmiştim.

Ağlasun’dan Isparta’ya taşınırken ağlamaktan içimi alıp veremiyordum. Babam biraz şaşırmıştı. Annem, başımı omzuna yaslamış saçlarımı okşuyordu, kanayan bir yaraya pansuman yapar gibi. Babam anneme, “İlişmeyelim ağlasun” diye hatırlatmıştı gülümseyerek. Annem yolculuk gecelerinde sessizce ağlarken, babam kulağıma eğilir, “Annen bir melankoli meleği” derdi. Beni göstermişti anneme, “ikinci melankoli meleği yetişiyor” diyerek.



Üzüntülerini hiç belli etmezdi babam. Hep neşeli, hep gamsız görünürdü. Neşesiyle, bir an parlayıp sonra sönüverin ve silinen öfkesini tanırdım sadece. Nükteli konuşmayı çok severdi, bazen öfkesinin doruklarındayken bile kendi kızgınlığına nükte uydurur öfkesini balonunu gülerek söndürürdü. Pek nadir bir insan olduğunu düşünürdüm. Sonra memleketi olan Artvin’e gittiğimizde, babamın doğduğu köyde ona benzeyen bir sürü adam tanıdım. Artık babam Artvin’in dışında nadirdi sadece.

Isparta benim için güllerin, Mevhibe teyzenin, Canan’ın, akşamüzeri güllere nazır bir balkonda anılan hatıraların, gizlice beliren sızıların, kanı hâla akan yaraların cümlelerinden kurulan bir roman oldu. Kim demişti, “Roman dediğin bir uzun yol üzerinde dolaştırılan bir aynadır” diye. Geçtiğim yollardan benim aynama hiç silinmeyen hasretlik aksetti…

Mevhibe teyze iki yıl kaldığımız Isparta’da annemin görüştüğü en has dostuydu. Onunla beraber geçirdiği vakitlerden, ondan dinlediği menkıbelerden, mesnevilerden, manilerden doyumsuz bir zevk alırdı.

Kaç şehir gezdi, her şehirde birkaç dostu oldu anılacak, bazen o kadar bile olmazdı. İçe dönüktü annem. Mahcup bir tabiatı vardı. Gündelik konuşmaların içinde uzun uzadıya bulunmaktan hoşlanmazdı. Az konuştuğu için kulağa şiir gibi gelirdi uzun cümleleri. Bazen babam, “Beni bu şiir gibi sözleriniz mahvetti Lâle Hanım” derdi sesine içli bir yapmacıklık takıştırarak, “Böyle sözlerinizden sonra abayı yaktım size, böyle sözlerinizden sonra uykusuzluklarım başladı…” Bazı sabahlar evden çıkarken bu sözleri şen şakrak sıralardı anneme. O gidince, annem bana döner, “Sen de olmasaydın ben ne yapardım şimdi?” derdi. Evin tek çocuğuydum ben. Benden sonra annem birkaç düşük yapmış. Doktorlar her şey normal diyorlarmış ama gebeliğin üçüncü dördüncü aylarında bebek ölüyormuş annemin karnında. Çok zor hallerdi diye anlatırdı annem. “Peri karışmıştır sana, ilk çocuğun kız ise demek ki erkek çocuklarını boğuyor; kız çocuğuna gebe kalsan o yaşar” diyerek muska tarif edenler, ilaç levazımı yazdırmaya kalkışanlar, babama yeniden evlen diyen akrabalar…



Bu tür şeylere üzülmezdi annem. İnsanları pek umursamazdı. Kimin ne dediğiyle ilgilenmezdi. Öyle kendi içinde, öyle kendi halindeydi ki. Ondan nasıl ayrıldım, hâla gösterdiğim tahammüle şaşıyorum. İnsanoğlu yaşarken ister istemez katlanıyor, sonra katlandığına inanamıyor…

Isparta’dan ayrılacağımıza yakın annem vakitlerini çoğunu Mevhibe teyzeyle geçirmeye başladı. Aralarında çok kuvvetli bir muhabbet bağı, bir gönül birliği vardı. Şimdi hatırlıyorum da o günleri, ayrılıktan ürperen gözlerle bakıyorlardı birbirlerine. Annemin gözlerinde gizli bir çaresizlik; Mevhibe teyze annemin sevdiği bir maniyi ezgileyerek katılıyor o çaresizliğe: “Yara yeri, Sızıldar yara yeri. Kervan göçtü, Yol etti, Yalvararam yara yeri, Ne sende od tükendi, Ne bende yara yeri…”

Isparta’daki biricik arkadaşım Canan’la ben, Mevhibe teyzeden Gülcü Kızlar’ın hikâyelerini dinlemeye doyamazdık. Mevhibe teyzenin sanki yüzlerce serçeyi yüklenmiş gibi tatlı, sevimli sesi hâla kulaklarımda: “Güller ya gün doğmadan ya da akşam serinliğinde toplanır, amma kızıl gül bağında hava daima leylâk rengi, tatlı bir akşamdır. Gülleri yalnız gülcü kızlar devşirir; nazlı gülün tabiatından onların narin parmakları anlar ancak. Güllere ülfetini derinleştirdikçe gülcü kızlar, güller muhabbetin terini gülcü kızların ellerine bırakır. Gül çamuru derler o terre.

Oysa hakikatte çamur değil, muhabbet nişanıdır o. Gülcü kızlar gül çamurunu zar gibi bezlere sarıp koyunlarında saklarlar, tenleri gül gibi koktukça gülün esrarına karışmış gibi bahtiyar olurlar…” Canan not alırdı Mevhibe teyzenin her anlattığını.

Öyle benziyorduk ki onunla birbirimize; bir şiirin dizeleri gibi… kader bu beraberliğin örgüsünü dağıtmadı uzun zaman; Canan’la ben İstanbul Edebiyatı kazanıp Isparta’dan ayrıldık.



Yeni tayin haberi annemle babamı Kütahya’ya uğurladıktan sonra, biz de Canan’la İstanbul’a gittik. Öyle çekilmez acıların günleriydi ki o günler, kalbim nasıl dayandı, bilmem.

Annem hiçbir vedaya dayanamaz. Böyleyken Kütahya’ya gideceği vakit ne kadar metin görünüyordu. Yalandı. Benden ayrılır ayrılmaz yıldırım gibi kalbine düşecek acıyı gizleyen bir buluttu.

Vedanın kollarında ben, kaybolmaktan korkan küçük bir kız çocuğuydum. Böyle hissetmiştim, annem bunu sezmiş, sonunda birbirimizin kollarında kaybolur gibi ağlamıştık. Demiştim ki ona, “Ölüm nedir biraz öğreneyim diye, senden ayrılıyorum.” Elini ağzıma kapamıştı, ağlarken gülümsemeye çalışarak. Hiçbir yüz ağlarken gülümseyen annemin yüzü kadar güzel, hiçbir yürek onun hafif yüreği kadar âşık olunmaya layık olamazdı.

Sonunda gitti, ölerek ve öldürerek beni.

Canan bütün gün bana gül yağı aramış. Ben o vedanın ardından gamlı bir hazan gibi içime gömülürken, o, bir teselli bulmak adına belki de, benim en sevdiğim renk olan koyu buhurumeryem tonunda gülyağı aramış. Gül şeklinde bir şişede buhurumeryem renginde gülyağı… Bir dost tarafından teselli edilmekten, içtenlikle verilen sevgiden daha büyük hediye ne olsun? Öyle sıkı kucaklamıştım ki onu, annemin kollarında kaybolur gibi, ağlarken, o da benim için benim gibi nasıl da ağlamıştı.

Derken Isparta’ya veda vakti de geliverdi. İstanbul’u ilk defa görecektim. Ama İstanbul’a dair ne merak, ne hayret, ne de yâranlık taşıyacak takati yoktu kalbimin. Bir ömre bedel aşkların toprağı olan İstanbul’a karşı beslenecek böyle bir gaflet olamazdı; ama ben mazurdum; ailemden ayrılmıştım, şimdi Mevhibe teyzeden ve bütün sevgili hatıraların şehrinden ayrılıyordum.

Son kez dönüp ardıma baktığımda, annemin şiir defterinden ezberlediğim, Ahmet Gazali’ye ait o unutulmaz dörtlüğü fısıldamıştım geçtiğim şehirlerin (varsa) kalbine: “Senin gönlün daima meshur ve musahhardır mazursun- gamın ne olduğunu asla bilemedin mazursun.”

Yolculuk boyunca Canan kendi halime bırakmıştı beni. Hiçbir şeyin bana ilişmemesini istediğimi sezmişti. Öylece susuyor, ama kalbimizin içinde söylenen nice hüzünlü cümleyi bir fotoğraf karesi olup canlanan hatıralar eşliğinde tekrarlayıp duruyorduk.

O yolculukta bir kırılan aynaydı zaman elimde. Zamanın kırılan, dağılıp uzaklaşan halini ilk defa böyle derinden fark ediyordum. Kırılan aynanın bana verdiği hüzünden başka bir şey göremiyor, duyamıyorum; bir romandaki hâyal gibiyim, öyle hissediyordum. Otobüsün teybinde Gülden Karaböcek’in incecik mızraklar gibi insanın kalbine saplanıveren, hüzne müptela o esrik sesi, bir yarayı acımasızca genişleten rüzgâr gibi dokunuyordu bana. Yolculuk boyunca suskun, nasıl da beliriyor belirecek olan ve nasıl da olgunlaşıyor kendinden başka hiçbir şeyi umursamadan, diye düşünüyordum. Sevgiler, hasretler, kim bilir daha ne serüvenlerden geçirecek beni ve daha ne kadar ağırlaşacak…

Olgunlaşmanın durduğu nokta ölüm olmalı. Demek ki beliren, içine aldığı varlık yaşadıkça kendi yolunda ilerleyecek gizlice. Ve demek ki diyordum, benim ömrümü öçöne alan esrar hasret olacak imiş…

Hasretin, hüznün sancılarıyla beliren düşünceler kalbimi öyle yordu ki gözlerimi yumup bir rehavet düşünde kaybolmak istedim. Annemin, babamın, Mevhibe teyzenin hâyali beliriverdi gözlerimin içinde. Her veda kucaklaşmasını yeniden yaşadım. Mevhibe teyzenin buğulu gözleri daha derinden işledi içime. Sonra titreyen güçsüz elleri ellerime uzandı, küçük bir defter bıraktı avuçlarıma: “Dün gece senin için hazırladım” dedi, titreyen tatlı sesi, “seversin” diye ekledi sonra.

Defterini çıkardım. “Çiçekler Arasında.” Anlattığı ve benim tekrar tekrar dinlemekten usanmadığım çiçeklerin hikâyelerini kendi el yazısıyla bir araya getirmiş… Mor menekşe çiçeklerin şeyhi olan gülün dergâhına varır, boynun eğer, derman umar. Gül, “Rengini gamlı kılan, yapraklarını perdeleyen dert nedir ki?” diye sorar. Menekşe, muhabbet bağından hicran dağına nasıl atıldığını, ona muhabbet bağını hatırlatan nağmelerini işittikçe gömleğinin yakasını nasıl yırttığını anlatır… Gül menekşenin derdini dinlerken kimselere faş etmediği gizli derdi şahlanır içinde. O dert öyle üstüne varır ki gülün, çaresizlikten titrer incecik gövdesi ve hüznün gözyaşları beliriverir yapraklarında. Derdinin, çaresizliğinin fark edilmesinden korkar da “Dermanını derdinde ara, git artık” der menekşeye. Menekşe ayrılırken cüret edip güle yapraklarında beliren damlaların ne olduğun sorar. Gizler derdini gül, “O çiy damlaları benim tacımdır” der. O günden sonra dert gülün tacı olur.

O defteri okudukça geri dönmek isterdim, Mevhibe teyzeye dönmek; bir pervane gibi çırpındı durdu içimde bu arzu.

Derken İstanbul, çiçekleri bir bir kabul edip dertlerini dinlerken kendi derdini gizlemek için ter döken gül gibi, derdimi içine alan bir fânus oldu.

İstanbul… şairlerin müstesna cümlelerinde Leyla gibi bir mâşuk şehir. Ne ki acılarıma, hasretlerime metelik vermeyen umursamaz bir çehreyle karşıladı beni. İstanbul’u kendime benzettim; bir kalbi varsa o da kırıktı. Onun da hasretini çektiği sevgilileri, uzaklaşan güzellikleri, bir aynada kırılan vakitleri vardı. Öyle ya, esenliğinden çalınmış bir şehir ne kadar teselli edebilir içinde başka şehirlerin hatıralarını taşıyan kırık bir kalbi?

Peçesi indirilmiş, sonra da, uğrunda ölüme yürüyen âşıkların hatıralarını taşıyan güzelliğinden yüzçevirilmiş müstesna bir dilberin hüznü vardı İstanbul’un çehresinde. Derken, benim hasretlerim, kalbimin melûl ezgileri onun buruk akşamlarına karıştı; hem öyle bir karıştı ki bir daha çıkamadım içinden.

Konakladığım son şehir oldu İstanbul.

Sonra, ömrümün geri kalan hasretlerini, ayrılıklarını iyice derinleştirerek içimdeki yerlerini sağlamlaştıran gamsız bir el oldu. Canan fakülteyi bitirip Isparta’ya döndü. Her mektubuyla yaramı derinleştiren sevgili oldu.

Mevhibe teyze ölümsüzlükten gönlümde bâki kalan eşsiz bir kuşa dönüştü, süzüldü durdu içimde.

Annem birkaç şehir daha gezdi babacığımın ardı sıra. Sonunda onun da yolculukları İstanbul’da ikmal oldu. Oysa biliyorum, o yollar kesilmedi içimizde. Geçmişte yaşanan tatlı bir huzurun odaları gibi içinde sakladı bizi. Ne hasretin hüznünden, ne hüznün gözyaşlarından kopamadık bir daha. Ömrümüz, mektupları, geçip giden zamanları bir kutsal metin gibi bağrına bastı. Biliyorum, annem, geçtiği şehirlerde kendi ruhunun yankısını bulduğu her şeye; bir sokağa, bir vaktin hatırasına dahi mektuplar yazdı gizlice. Bir anlık huzurlu hatırayı dahi özlemekten vazgeçmedi… biliyorum, kendi kalbimden biliyorum.

Ve işte saçlarımda berrak bir yaz gecesinin yıldızları gibi beliren senelerin ucunda ben, annemden yadigâr sandığın kıyısında, kalbimin üstünde çiçek bercesteleri, o hikâyenin başındayım hâla… Güneş ufkun eteklerinde hüzünlerden bir akşam bahçesi kurmayı sürüdüyor. O bahçede daha kaç akşam dayanır benim gülüm, bilemiyorum.

Bunlar da İlginizi Çekebilir