Maraş’ta yaşanan büyük deprem 10 ilimizi etkiledi. Hatay’da en çok kayıp yaşanan şehirlerden biri. Depremde birçok ibretlik olaya şahit olduk. Birazdan sizlere aktaracağım hikayede bu ibretlerden bir tanesi. İnsan olmanın ne demek olduğunu, bulunduğumuz konumun hiçbir zaman kalıcı olmadığını, sevdiklerini kaybetmenin ne demek olduğunu, acının nasıl tarif edilemez bir şey olduğunu, enkaz altında çıkan genç kızın anlattıkları ile daha net anlayacaksınız…
Devamı için diğer sayfaya geçerek okuyunuz
Maraş’ta yaşanan büyük deprem 10 ilimizi etkiledi. Hatay’da en çok kayıp yaşanan şehirlerden biri. Depremde birçok ibretlik olaya şahit olduk. Birazdan sizlere aktaracağım hikayede bu ibretlerden bir tanesi. İnsan olmanın ne demek olduğunu, bulunduğumuz konumun hiçbir zaman kalıcı olmadığını, sevdiklerini kaybetmenin ne demek olduğunu, acının nasıl tarif edilemez bir şey olduğunu, enkaz altında çıkan genç kızın anlattıkları ile daha net anlayacaksınız…

Kendisi enkaz sonrası başından geçenleri yazdı. Lütfen dikkatle dinleyin, kendinizi bu hikayede bulacaksınız çünkü!
Babam Hatay’ın sayılan tanınmış iş insanı ve avukatlarından, annem de öğretmendi.

Hatay’ın kalburüstü diyeceğimiz muhitlerinde kısmen yıkılan, kiraya verdiğimiz iki dairemiz ve tamamen yıkılan Rönesans Rezidans’ta da bir dairemiz vardı.

Annem, babam ve lisede okuyan erkek kardeşimle birlikte Rönesans'ta oturuyorduk.
İki amcam, halam ve halamın üç çocuğu da bizimle birlikte aynı sitede kalıyordu.
Türkiye’nin sayılı zenginlerinden birinin üniversitesinde okuyordum, bir yıl kadar sonra okulum bitecekti.
Deprem olduğunda Hatay'da, evimizdeydim.

Beş yıl kadar evvel sitemizin yakınlarına Suriyeli bir aile taşınmıştı, ailenin babası ve büyük oğlu Suriye’deki savaşta ölmüşler. Anneleri ise savaşta sakatlanmıştı, birisi destek vermeden ve iki değneği olmadan yürüyemiyordu.
Bu ailenin üç oğlu daha vardı, sadece benden birkaç yaş büyük olan Muhammet Saleh’in adını sonradan öğrenmiştim. Şam’da bir üniversitede okuyormuş, savaş çıkınca okulu yarım kalmış, bizim sitenin yakınlarında bir berber dükkanında çalışıyordu.
Bu çocuk esmer, uzun boylu ve çok beyefendi biriydi.
Zaman zaman karşılaşıyorduk fakat ne aile olarak biz, ne de Rönesans’taki birçok arkadaşım bu aileyi hiç sevmiyorduk.
Hele babamın bu ailelere hiç tahammülü yoktu.
“Vatanlarını kurtarmak için savaşmamışlar, kaçıp gelmişler” diyordu.
Babamın kızgınlığı o kadar çoktu ki, çocuğun çalıştığı berbere söyledi ve işten attırdı, beş altı ay sonra kaldıkları evden de çıkarttırdı.
Bu ailenin nereye taşındıklarını bilmiyorum ama, o çocuğu gene bizim çevremizde sık sık görüyordum.
Karşılaşınca ona nefretle bakıyordum, o da başını eğip sessizce geçip gidiyordu yanımızdan.
Meğer benden hoşlanıyormuş, bunu ben, geçen yıl öğrendim.
Bir arkadaşımla konuşmuştuk, bir daha karşılaşırsak, yani çevremizde dolaşırsa, polise gidip o çocuğu şikâyet etmeyi düşünüyorduk.
Şikâyet edemeden deprem oldu.
Depremin üçüncü günüymüş, beni enkazın altından çıkardılar, ilk istediğim şey bir yudum su olmuştu, içirmediler.
Gözlerimi doğru dürüst açtığımda hastanedeydim.
Susuzluğum da geçmişti, fakat yanımdaki komidinin üstünde bir buçuk litrelik bir su şişesi vardı.
Serum sağ kolumdan verilmişti, o sırada sol kolumun hissiz olduğunu fark ettim, parmaklarımı ve kolumu kaldırıp, indiremiyordum.
Daha sonra doktorumuz omuzumun darbe aldığını ve kolumun uzun zaman çalışmayacağını, fakat fizik tedaviye devam etmemizin gerekli olduğunu söyledi.
Kolumun hareket etmemesi dışında iyi sayılırdım, iki gün sonra oturduğumuz sitenin enkazının başına geldim.
Babam, annem, kardeşim ve diğer akrabalarımızdan çıkarılan var mı, yok mu onu da bilmiyordum.
Kenarda bir beton parçasının üstüne oturdum, hastanede verilen başkalarına ait elbise ve küçük bir çocuk battaniyesine sarılarak, üşümemeye çalışıyordum.
Her taraf yıkılmıştı.
Bizim binamız, bloklarımız, katlarımız neredeydi, belli olmuyordu.
Evimiz toz ve demir yığını haline gelmişti.
Etraf adeta bir mahşer yeriydi; ekipler canlı bulmak için canlarını feda ederek çalışıyor, insanlar ağlayıp, sızlaşıyor, herkes birbirine yakınını, eşini, çocuğunu, annesini, dedesini, torununu, kızını, gelinini soruyordu.
Benim gibi sağ olanlar bir umut o toz toprak ve demir yığını arasından yakınlarımızın çıkmasını umuyorduk.
Çoğu insan benim gibiydi, ağlamayı beceremiyordum.
Ağlama hissi içimde bir yerlerimde donmuş, buz kesmişti.
Bir anda karşımda Muhammet Saleh belirdi.
Yarım yamalak Türkçesi ile yakınlarımın çıkıp çıkmadığını sordu ve biraz ilerideki halı parçasını, yıkıntılar arasından çıkarıp onun üstüne oturttu beni, kendisi de yanıma oturdu.
Depremin ikinci günü annesini, iki kardeşini ve daha başka birçok yakınını kaybetmiş, en küçük kardeşini de kendisi kurtarmış, çadırdaki tanıdıklarının yanına bırakmış.
İki kardeş kalmışlar.
Üç gün boyunca sabah, akşam bizim sitenin yıkıntılarına gelip benim sağ çıkmam için dua etmiş.
Nihayet kurtarma ekiplerinin beni çıkardığını görünce yaklaşmış ve su istediğimi o sırada duymuş.
Hastanedeki suyu da o almış, yanıma bırakıp çıkmış.
Depremin altıncı günü annemin ve kardeşimin cansız cesetleri çıkarıldı.
Onların öyle cansız olduğunu görünce, kendimden geçmişim.
Babam ve diğer akrabalarımdan ses seda yoktu.
Muhammet Saleh, cenazelerimiz mezarlığa götürülürken yanımdan hiç ayrılmadı, beni teselli etmeye çalıştı.
Nihayet depremin sekiz ve dokuzuncu günlerinde babam hariç, amcalarım, halam ve halamın çocuklarının hepsinin cesetleri çıkarıldı fakat çok ısrar etmeme rağmen hiçbirinin cenazesi bana gösterilmedi. Saleh’in dediğinden anladım ki, bedenlerinin o şekilde görülmesi benim psikolojimi bozacağı için gösterilmemiş.
İlk defa orada, o mahşer yerindeki enkazın yanında birbirimize baktık ve ağladık. Ağlamalarım çözülmüştü ve adete içim boşalıyordu.
Artık ikimizin de kimsesi yoktu.
Evlerimiz, eşyalarımız, ailelerimiz, yakınlarımız, akrabalarımız yoktu.
Paramız ve elbisemiz yoktu.
İlk defa insan olarak onunla eşit olduğumu anladım.
Bir Suriyeli ile eşitlenmiş olmak daha önce kabul edeceğim bir şey değildi.
Fakat ikimizin de üzerimizdeki bize ait olmayan elbiseleri dışında kendimizin olan bir varlığımız ve yakınımız kalmamıştı.
Birkaç dakika içinde Suriyeli bir mülteci ile aynı durumda olmak, bunu yaşamamış olanlara anlatılamaz, anlatsam da anlayacaklarını sanmıyorum.
Çünkü bir zamanlar anlatılan böyle şeylere ben de inanmıyordum, inansam da birkaç dakika sonra unutuyordum.
Fakat benim gerçeğim artık buydu.
Suriyelinin kömür gibi kara gözlerinden hiç durmadan yaşlar akıyordu.
Depremin üzerinden on üç gün geçti, babamdan hala hiçbir haber yok.
Bütün hastanelere baktım, tanıdıklarıma sordum, yok.
Depremin en zor tarafı da bu, babam kayıp.
İnsan ölümlere dayanıyor da, bir yakınının, hele babasının kaybolması, dayanılır bir acı değilmiş.
Gene de Allah sabır veriyor, insanların bizi yaşatmak için çırpındıklarını gördükçe ayakta durmaya çalışıyorum.
Sol omuzumda hafif bir yanma hissi var.
Sol kolumda ağrı, sızı olmuyor, fakat kolumun, parmaklarımın canı yok. “
Evet bu hikayede belki kendinizi buldunuz. Bir zamanlar insanların size gıpta ile baktıklarını ve şimdiki haliniz. Ya da şuan gıpta ile bakılan bir konumdasınız ve hep böyle kalacak gibi böbürle yaşamaya belki devam ediyorsunuz. Yaşananlardan belki kendinize hiçbir hisse çıkarmadınız. Aynı dünyayı ben yarattım edası ile yaşamaya devam mı ediyorsunuz?
Rabbim depremde hayatını kaybeden kardeşlerimize rahmet etsin. Bizleri razı olacağı bir yaşama ve uyanmaya meylettirsin ki, hayatın ne kadar geçici olduğunu, mülkün sadece Allah’a ait olduğunu, canlarımızın bile tek sahibinin Allah olduğu gerçeğini unutmadan yaşayalım.

Bunlar da İlginizi Çekebilir